Yaratılış Mı, Evrim Mi?
İnsanın nereden geldiği sorusu Adem’den mi Godzilla’dan mı tabii ki çok önemli bir mesele. Çünkü buna vereceğimiz cevap tüm hayatımıza şekil verir. Nereden geldiğimizi bilemesek nasıl yaşayacağımızı bilemeyiz.
Tarihe baktığımızda her toplumun bu soruya benzer cevaplar verdiğini görüyoruz. Çoğu Tanrı ya da O’nun bir benzeri bizi yarattığı kanısındaydı. Dünyanın en eski ve sağlam ilahi kitapları da bunu doğrulamaktadır. Ancak bu son çağda özellikle medeniyet ve teknolojinin gelişmesi sonucunda bazı yazarlar Tanrı’ya gereksinim bırakmayan ‘bilimsel’ bazı teoriler türetmiştir. Evrim bunlardan en yaygın ve popüler olanıdır. Bizler ise, Kutsal Kitap’ın öğretileri uyarınca Tanrı’nın tüm dünyayı ve içindeki her şeyi altı günde yarattığına inanıyoruz. Peki hangisi doğru?
En başta şunu belirtmeliyiz ki insanın asıl kökenine ilişkin her hangi bir teori bilimsel açıdan tamamen ispatlanamaz. Bilim yalnız mevcut materyal ile çalışır dolayısıyla geçmiş tarihle ilgili ancak sınırlı bazı bilgiler sunar ve bir takım tahminler yürütebilir. Ama dünyanın ilk var oluşu ve insanın ortaya çıkışı bundan binlerce sene önce olmuştur. Hiç birimiz o olaylara şahit olamadık. O yüzden bununla ilgili söyleyeceğimiz her şey sadece bir teoridir. Kaldı ki her hangi bir teoriye ne kadar bilimsel veya tarihsel kanıt bulursak bulalım eninde sonunda bu iş genel mantığımıza ve kişisel imanımıza kalacaktır. Şunu da belirtmeliyiz ki evrim teorisi hep “bilimsel” cevap olarak sunulsa da hem yaratılışı hem de evrimi savunan bilim adamları vardır. Yani bilim bir mikroskop gibi olaya bakmamıza yardımcı olur ama çıkartacağımız sonuç yine yorumumuza ve inancımıza bağlıdır.
En başta evrimin teorisini özetleyelim: Bu teoriye göre evrendeki madde 15 milyar sene önce gerçekleşen büyük bir patlamayla (Big Bang) oluverdi. Uzun bir süre sonra, bundan yaklaşık 4.5 milyar sene önce, dünyamız şans eseri oluştu. Uzun bir süre sonra yaşamın ilk belirtileri, yani proteinler, şans eseri olarak kimyasal bir çorbada meydana geldi. Böylece çok geniş bir zaman kapsamında dünyadaki tüm canlılar değişen ve dönüşen bu basit organizmalardan oluşmaya başladı.
Bu teori ilk başlangıçta Charles Darwin aracılığıyla 1880 yıllarında dünyaya sunulmuştu. Darwin’e göre evrimi yürüten ve evreni biçimlendiren mekanizmalar bunlardır: 1. Doğal seçilim 2.Genetik mutasyonlar 3. Çok ama çok zaman 4. Bol şans. Kısa bir süre içinde bir çok agnostik düşünürler bu teoriye yöneldiler çünkü Tanrı’ya pek inanmıyorlardı zaten. Zamanla hemen hemen bütün Batı dünyası evrimin öne sürdüğü “Büyük Patlama” adındaki teoriyi tek seçenek ve gerçek tarih olarak kabul etti. Böylece son bir kaç nesil bu tanrısız paradigma ile yetişti.
Baştan beri Darwinciler evrim teorisini insanın varoluş sorusuna ‘bilimsel çözüm’ olarak göstermeye gayret ettiler. Genellikle öne sürülen argümanlar şunlardır:
- Hayvanla insanın arasındaki genetik benzerlikler.
- Yararlı mutasyonlar.
- Jeolojik fosil tabakaları/cetveli.
- İnsanla maymun arasındaki yapısal benzerlikler. Sunulan bu kanıtlara bakarsak bunların bir yere kadar gerçeği yansıttığını görebiliyoruz.
Ancak türler arasındaki bu doğal gelişmeler ve değişimler yeni türlerin ortaya çıkmasına neden olabilir mi? Yani bir balık evrimleşerek kuş olup çıkabilir mi? İşte evrimcilerin buna verdiği cevap – bol zaman ve şansla neden olmasın?
İçinde yaşadığımız dünya da çok gençtir. Bunu ölçülebilir pek çok orandan anlıyoruz. Örneğin karanın erozyon oranı bellidir: Her yıl yaklaşık 20 milyar ton toprak kıtalardan denizlere kayıp gidiyor. Bunu evrimcilerin dünya için verdikleri 4,5 milyar yıla çarptığımız zaman bugün hiç bir dağ kalmaması gerek. Benzer şekilde denizlerin sodyum oranı her yıl belirli bir ölçüde artmaktadır. Yine bunu milyarlarca yıla uzattığımız zaman bugün deniz o kadar tuzlu olurdu ki içinde hiç yüzemezdik.
Peki hayvanın evrimleşmesine ne diyelim? Hem hayvanların hem de insanların genetik mutasyon ve doğal seçilim sonucunda bir az değiştiğini görebiliyoruz. Kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi uzun kimisi kısa ama insan yine de insandır, hayvan da hayvandır. Evrimin iddialarının kanıtlanması için yarım hayvan yarım insan şeklinde örnekler olması gerek. Ancak bulunan fosiller arasında bugüne kadar bunu net bir şekilde kanıtlayan bir örnek dahi yoktur. Üstelik fosillerin bulunduğu jeolojik tabakalarını incelediğimizde okul kitaplarında sergilenen tablolardaki düzenli ve güzel diziliş yoktur. Tersine fosiller birbirine karışmış, tabakalar da bükülmüş ve daha pek çok anormallik görünüyor. Tüm bunlar milyonlarca yıl süren bir evrimleşme yerine Kutsal Kitap’ta geçen tufanı işaret eder.
Gördüğümüz gibi hep bilimsel diye gösterilen evrim düşüncesinin pek çok eksiği var. Aslında evrim teorisi temelinde bilime aykırı bir yaklaşım sergilemektedir. Bilim ‘natürel’ bir takım prensip ya da kurala dayanmaktadır. Örneğin biogenesis kuralı der ki, yaşam yaşamdan türer. Ama evrimciler, yaşam bir anda yoktan oluverdi derler. Başka bir örnek: ikinci termodinamik yasası der ki evrendeki enerji dağılmaktadır öyle ki her şey düzensizliğe doğru kayıyor. Erozyon bunun bir örneğidir. Ama buna rağmen evrimciler dünyanın ve canlı türlerinin evrimleşerek daha iyi bir hal aldıklarını savunuyor. Ama bu bilimin temel ilkelerine ve genel mantığa aykırıdır. Örnekleri çoğaltabiliriz ama gerçek şu ki evrim teorisi pek bilime dayanmıyor. Başta dediğimiz gibi esas mesele Yüce Yaratanı bir şekilde hesaptan çıkarmak.
Bizler ise ‘evrenin Tanrı’nın buyruğuyla yaratıldığını, böylece görülenlerin görülmeyenlerden oluştuğunu imanla anlıyoruz (İbraniler 11:2).’ İnsanlar buna kör inanç deseler de bunun genel mantığa ya da bilime aykırı bir tarafı yok. Bilim bir kere dünyanın mükemmel bir düzen sergilediğini tespit eder. İnsanın en küçük hücresinden tutun evrenin süper novalarına kadar hepsi Tanrı’nın olağanüstü bilgeliğini ve görkemli gücünü beyan etmektedir. Ne var ki insanlar, ‘Tanrı’yı bildikleri halde O’nu Tanrı olarak yüceltmediler, O’na şükretmediler. Tersine, düşüncelerinde budalalığa düştüler; anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü. Akıllı olduklarını ileri sürerken akılsız olup çıktılar (Romalılar 1:21-22).’
Başta dediğimiz gibi insanın kendi var oluşuyla ilgili ne düşündüğü çok önemli çünkü yaşantısı ona göre şekil alır. Eğer şans eseri bu dünyaya geldiysek o zaman istediğimiz gibi yaşayabiliriz. Ama eğer Tanrı bizi yüce bir maksatla yarattıysa o zaman iş değişiyor.
Günün birinde bir delikanlı ünlü Harvard Profesörü ve evrimin en büyük savunucularından biri Stephen J. Gould’u dinlemeye gitti. İnsanların maymunlardan nasıl oluştuğunu uzun uzun anlattı. Ders çıkışında delikanlı yanında oturan bayana yönelerek ne düşündüğünü sorar. Bayan çok etkilendiğini söyledikten sonra genç erkek ona ‘Bu akşam ne yapıyorsun?’ diye sorar. Bayan ‘hiç bir şey’ deyince delikanlı birden ‘o zaman evine gidip birlikte olalım’ diye teklif eder. Bayan hemen irkilerek: ‘Ne diyorsun be adam, hayvan mısın?’ diye cevap verir. Genç ise ona, ‘Profesörün dediği doğruysa bizim hayvanlardan bir farkımız yok ki’ diye hatırlatır. Aslında çok büyük bir farkımız var. Bizler Tanrı’nın çocukları olmak üzere yaratıldık. Bunu inkar etmek göklerdeki Babamızı inkar etmek demektir.
Esas Tanrı sözünde gerçeği çok net bir şekilde belirtir: ‘Dünyayı ben yaptım, üzerindeki insanı ben yarattım. Benim ellerim gerdi gökleri, bütün gökcisimleri benim buyruğumda (Yeşaya 45:12).’ Bu konuda taviz vermeye gerek yoktur. Teoriler gelip geçer ama Tanrı asla değişmez.